Canım çalıyorum, öpüldün

ozgun-icerik

Bu yazıyı gündüz gözüyle okumak için ayıracak zamanınız ve uygun araç-gereçleriniz varsa büyük ihtimalle siz bir beyaz yakalısınız. Haliyle yan masanız, çaprazınız, üst kattaki iş arkadaşınız, proje müdürünüz ve çoğu yakın arkadaşınız da öyle. Görüş açınızda olanlardan birkaçını incelerseniz rafine zevklere sahip, bir ya da birkaç yabancı dile hakim, diploma ve sertifikaya boğulmuş insanlar göreceksiniz. Oysa kültür ve sanat onların omuzlarında yükseliyor, yaratıcılık parmaklarından taşıyormuş gibi görünen bu insanların geçmişi epey kirli ve yaralı.

O, toplantılarda en cevval tavırlarla hakimiyetini ilan eden, hafta sonları seçkin mekanların müdavimi olan bütün tanıdıklarınız, aslında 90’ların ortalarında yani ilk gençlik yıllarında İbrahim Erkal’dan Canısı dinleyip efkarlanmış insanlar. Bakmayın Sting güzellemelerine, Yorkshire çocuğu imajlarına ya da Zumba yapınca kendilerini üç göbekten Latin hissetmelerine. Televizyonun karşısına geçip Canısı’nın klibini beklediler, aynı yıl yayınlanan filmini izlediler, ertesi sene başlayan dizisini de her hafta merakla beklediler.

Çilekeş, nikah masası ve daha fazlası

Bu büyülenmişlik sırasında fark etmek çok zor olsa da bilginin birkaç saniyede elde edilebildiği günümüz dünyasında Canısı filmi ya da dizisi demek, aslında Orhan Gencebay, Ümit Besen, Gökhan Güney ve daha kim bilir kimler demek. Önce 78 yılında, sonra 82’de ve daha sonra tahminen 88’de, tek bir senaryo, bu üç şarkıcının başrolleri eşliğinde Türk sinemasındaki yerini almıştı zaten. Bir-iki virgülü değiştirilerek 3-4 farklı kez sinemaya aktarılan ve 90’ların ortasında İbrahim Erkal’la tekrar doğan bu hikaye, bize aslında bazı ipuçları da veriyor.

Gelişen teknoloji ve değişen iş hayatıyla birlikte bir zamanların en değerli varlığı olan bilgi, yerini pratikliğe bıraktı. Yani önceden çok bilenler egemenliklerini ilan ederken şimdi bilgiyi en rahat ve hızlı şekilde harmanlayabilenler köşeleri tutmuş durumda. Bir klavye ve bir parça internet bağlantısı ile her bilgiye ve şeye sahip olma kolaylığına alışan insanlık ise bunu daha da kolay bir hale getirmenin peşine düştü. Unutmaya ve yok saymaya çalıştığı kirli geçmişine attığı her bakışta Canısı devrimini biraz daha inceledi ve en sonunda farkına vardı: Aynı ürünü, birkaç küçük değişiklikle yeni ve orijinalmiş gibi pazarlamak mümkündü.

Herkes burada, sen neredesin?

Yazarlar, şairler, senaristler, şarkıcılar, yönetmenler ve üretime dahil olan diğer gruplar gibi reklamcılar ve içerik yazarlarının da bu yeniden üretime, esinlenmeye, aşırmaya ya da en sonunda çalmaya meyletmesi ise kaçınılmazdı. Aslında üretimsel aşırma, insanlık tarihinde oldukça yaygın. Suçu sadece teknolojiye atmak haksızlık olur. Kitaplarını rehber seçtiğimiz, şarkılarıyla efkar denizinde boğulduğumuz, şiirleriyle manita yaptığımız birçok ünlü isim, bazen çeviri yoluyla, bazen kendi eserinin içine yedirerek, bazen de sadece altına kendi adını yazarak bu yola başvurmuş durumda. Madonna, Tarkan, Tevfik Fikret, İlhan Berk, Cemal Süreya, Cahit Sıtkı gibi üzerinde gölgeler dolaşan büyük isimler, hayatlarının bazı dönemlerinde “Canım çok beğendim, çalıyorum izninle” deme gafletinde bulunmuşlar, üzerine güneş doğan kanıtlara göre.

Hiçbir zaman ortaya çıkmayacağını düşünerek mi bu cesareti kendilerinde buldular, yoksa kazancı kaybettirdiklerinden fazla diye mi razı geldiler bilmek pek mümkün değil. Aynı durumdaki reklamcılar ve içerik yazarları içinse söylenecek pek fazla şey yok. Dışarıdan ne kadar geniş görünürse görünsün içerik yazarlığı piyasası, herkesin birkaç tıklamayla birbiri hakkında en derin bilgileri edinebileceği kadar küçücük ve hatta minicik. Hitap edilen okuru ya da müşteriyi en asilzade seslenişle aptal yerine koymanın yanında, yazarın adıyla birlikte anılacak sıfatlar, tanık koruma programıyla kendini baştan yaratmasıyla unutulabilecek cinsten şeyler olur.

Buralarda hırsızları sevmeyiz

Başkalarının eserleri üzerine inşa edilen yeni ürünler, belki asıllarından daha ufuk açıcı, daha aydınlatıcı hatta kat kat daha başarılı olabilirler. Ancak bu yeniden üretimde kaynaktan sadece esinlenme varsa verilecek tepki ile araklama, çevirip sahiplenme, intihal ya da kısacası çalma eylemlerinde verilecek tepkiler de farklı olur. Bu gibi durumlarda bizim gönlümüzden geçen, hırsızı katrana batırıp cümle aleme duyurmak olsa da efendiliği korumak adına sadece parmakla gösterip “Hırsız, hırsız” demek de yeterlidir.

Üretilen içeriğin harika olması tabii ki herkesin en çok istediği şeydir ama orijinal olması, en temel şartlardan biridir. Bu şartı yerine getirmekten uzak içerik yazarlarına ve reklamcılara ise Nazım Hikmet’in “Ben ki halkın ne alınterinden on para çalmışım / Ne de bir şairin cebinden bir satır” dizeleri, en fazla Orta Dünya kadar gerçekçi görünür muhtemelen.