Beni, beni senaristini?

shutterstock_94337161

Kimsenin inkar etmesine izin vermeyin! Altıncı His izlediler ve farklı senaryoların neler yapabileceğini gördüler. Sonra M. Night Shyamalan; “Madem benden sürpriz bekliyorlar, onlara hayatın nasıl bir yer olduğunu anlatıp, öyle sürpriz yapacağım!” diyerek kariyerini bitirdi. 1999 yılında zirveye çıktı ve her sene birbirinden özel filmler yapmasına rağmen daha çok kaybetti. Çünkü izlendiğini hissedip bir işe yaramak istedi. Sonuç olarak insanlar sürprizlerden de soğudu. İnsanları iyiye dönüştürmeye çalıştı. Mutantlığa soyundu bir nevi. Olmadı. Burhan Altıntop geçti gördünüz mü; “Yapacaktu, olmadu.” Yine kimsenin inkar etmesine izin vermeyin! İyi bir senaryo hak ettiklerini Lost izleyene kadar bilmiyorlardı. Önlerine ne koyulursa alıyor ve hakkında konuşma gereği duymuyorlardı. Nasıl olsa vakit geçiyordu. Boş vakitler bir şekilde değerleniyordu işte. Ama Lost sonrası dünya senaristlerin etrafında dönmeye başladı. Şuan geldiğimiz noktada da kesin olarak söz uçuyor, yazı kalıyor efendiler.

Şöyle kanıtlayalım. Yıl 1981. Robert De Niro, Raging Bull ile Oscar’a aday. Diğer adaylar da oldukça güçlü. Robert Duvall var mesela içlerinde. Hatta The Elephant Man var. Fakat ödülü vermek üzere Sally Field, Martin Scorsese’nin her zamanki gibi, erkek egemenli Raging Bull filmindeki rolüyle ödülü kazananın Robert De Niro olduğunu açıklıyor. Sahneye çıkan Robert De Niro, ufak şakalarının ardından teşekkürlere başlıyor. Filmin senaristlerine sıra gelene kadar makyajdan, ışıkçıya herkesi sayıyor. Sadece Robert De Niro için geçerli bir şey değil bu arada. 1999 yılına kadar böyle devam etti. Diğer örneklere de bakarsanız aynı şeyi göreceksiniz. Video’yu da buraya koyuyorum. Filmin senaristi Jake LaMotta. Sayın bakalım kaç kişiden sonra sıra ona gelecek;

M. Night Shyamalan’ı harcayan izleyici, her yeni anlatım tarzında kendini duvarlara vurmak istedi. Sürprizler ve merak duygusuna yenik düştükçe, daha başka kulvarda okumalara, izlemelere başladı. Zaman geçirmek için değil, oturup analiz edebilmek için zaman yaratmaya başladı. Breaking Bad tartışılan ortamların tek kaynağı hikayeydi. Hikaye olmasaydı oyunculuk, yönetmenlik dikkat bile çekmeyebilirdi. Bir örnek daha verip gidelim en iyisi. Milyarlarca polisiye dizisi izledik. C.S.I Miami, New York, Las Vegas derken sonrasında kayıpları bulduran Without a Trace geldi, sonra bir baktık kapanan davalar hayat buluyor; Cold Case geldi. Bitmek bilmedi bu dizilerin bölümleri ve hiç sorgulamadan izledik, hiç sıkılmadan takip ettik. Birden True Detective çıktı, şimdi tükettiği milyarlarca bölüm kimsenin umurunda değil. Eller kollar bağlı 2015 gelsin de True Detective’in ikinci sezonu başlasın diye bekliyoruz. Çünkü True Detective polisiye olmasının yanında, insana dokunan birçok detay barındırıyor. Jenerikle fark yaratıp, hikayeyle ekran başındakilerin midelerine sağlam bir yumruk atıyor. Sonrasında başından kalkmak imkansız! Birileri fark yaratana kadar, farkı hak ettiğini bilmiyor çoğu insan. Her şeyden sıkılmayı çok iyi biliyor da, kendine sunulan, tek düze hiçbir şeyden sıkılmıyor. İçeriğin tüm uzuvlarımıza kadar yayıldığını, diyalog yazmanın, anlatım biçimlerinin evrimlerinin gözler önünde, sahne sahne, saniye saniye yaşandığını göz ardı etmeyin. İki hafta önce dağıtılan Primetime Emmy Awards’da ödül alan herkes ilk olarak senaristlere ve yazarlara teşekkür etti. Ödül almayanlar da adaylıkları için kesin olarak senaristlere teşekkür etmiştir, emin olabilirsiniz. Yazarların yarattığı her yeni akım, her yeni anlatım biçimi, her ince espri seyirciyi avucunun içine alıyor. Geldiğimiz noktada, dünyanın bir şey izlemesi için öncelikle hikayeye, yani senariste ihtiyaç var. Bu algının 2014’te tamamen oturmasını, içeriğin dijital medyadaki çıldırmasına bağlamak gibi bir delilik yapmıyoruz. Korkmayın! İçerik dünyası böyle bir yer işte. Fark yaratmayanı dövüyorlar.
2014 Emmy Ödülleri’nden bir sahne ile yazımızı açıklığa kavuşturalım. Allison Janney, 2. Emmy’sini almak için sahneye geliyor ve ilk Mom dizisinin yazarına övgüler sunuyor. Buyurun;